Künye
Yönetmen: Jeff Renfroe
Oyuncular: Kevin Zegers, Laurence Fishburne, Bill Paxton, Charlotte Sullivan
Tür: Aksiyon, Bilim-kurgu, Gerilim.
Ülke: Kanada
Vizyon Tarihi: 20 Eylül 2013 (ABD)
Vizyon İsmi: Koloni
IMDb Linki: www.imdb.com/title/tt1160996/
Felaket ve kıyamet sonrası filmlerden pek haz etmesem de karlı geceli bir bilimkurgu olması ve “The Thing” ve “30 Days of Nights” gibi filmleri anımsatan fragmanıyla merakımı uyandırmıştı “The Colony”. Filmin konusuna dair birçok özet bilgisinde açık açık bahsedildiğinden ve fragmanlarda da ayan beyan gözükmelerinden ötürü açıkça biliniyor ki işin içinde bir de zombivari yaratıklar var ki, filmin ilk yarısının sonunda tanışıyoruz kendileriyle de. Bu tanışma anına kadar da filmimizin oldukça sakin ilerlediğini söyleyebiliriz. Filmin baş karakteri diyebileceğimiz, aslında daha çok izleyici ile film arasında bir köprü olan Sam filmin başından itibaren bir dış ses olarak sakin sakin anlatıyor, bize bu yeni dünya ile ilgili bilgiler veriyor. Bir kıyamet sonrası durumu var, “bir gün kar yağmaya başlamış ve bir daha hiç durmamış” Sam’in deyişiyle, sonucunda dünya tekrar buzul çağına girmiş. İnsanlar koloniler halinde yaşamaya başlamışlar, bu kolonilerden biri de Briggs önderliğindeki Koloni 7. Gittikçe daha çok hissedilen açlık tehlikesi, basit hastalıkların bile salgına dönüşme riski ve bazı iç çekişmelere rağmen kendi içinde belli bir düzen kurmuş gibi görünüyor yine de Koloni 7. Tabi rutin bozuluyor, bir gün Koloni 5’le irtibat kopuyor ve son alınan mesaj da bir yardım çağrısı. Kendinden emin ve dingin görünümlü Briggs yanına kendisine bağlı genç Sam ve bir diğer gönüllü genci de alarak Koloni 5’e doğru yola çıkıyor. Orada keşfettiklerinin de asıl felaketin insanın kendisi olduğu gerçeği olduğunu söyleyebiliriz.
Filmin başında gözlemlediğimiz yeni koloni hayatı, yani insanların felaketle beraber yer altında yarattıkları yeni yaşam çevreleri, nasıl düzenli bir toplum olarak ayakta kalmaya çalıştıkları kısa fakat derli toplu ele alınarak kıyamet sonrası bir dünyada yaşanabileceklere dair güzel bir örnekleme sunuluyor, vasat üstü mekan tasarımları ve oldukça sınırlı özel efekt kullanımı da filmin gidişatıyla oldukça uyum içerisinde seyrediyor. Baş karakter olsa da baş kahraman adrenaliniyle dolup taşmayan Sam’in flashback rüyaları, Briggs ve deli fişek Mason’ın ortak geçmişi, yola çıkan üçlünün kendi aralarındaki diyalogları gibi bir takım unsurlar sanki ileride çiçek açacak bazı alt hikayelerin tohumlarını serper gibi gözüküyor. Bu sakin gidişat bir gerilim macera beklentisiyle filme başlanmış olunsa da bir şekilde sıkmıyor. Felaket/kıyamet sonrası filmlerin o çok sevdikleri bir arada kalamamış, kalanların da bir avuç vahşi haline geldiği, kahramanın da duygusuz bir bencillikle hayatta kalmaya çalıştığı filmlere göre daha içten ve insancıl bir bakış açısına sahip olmasıyla daha kolay empati kurulabilir oluyor böylece. Koloni 5’e varıldığında yaratılan gizem ortamı da vasatın üstü gidince, bu tip durgun ilerleyen filmlerde az ve öz de olsa tezat öğelerin muhteşem bir şok öğesi yaratabileceğini bilen seyirciler ister istemez bir beklentiye giriyorlar. Ancak olan oluyor ve ilk yarının sonuyla beraber belki bir çuval etmese de eldeki yarım çuval incir fena halde heba oluyor. Sebebi de, şahsım adına filme ilgi duymama yol açan, zombivari insanlar ne yazık ki. Ani ve anlamsız bir tanışmanın ardından film de hızla yön değiştiriyor, hızlanıyor, hızlandıkça da yavanlaşıyor. Tanışma anı öncesinde alt sınırdan da olsa yakalanan “Blair Witch Project” tarzı “ekranda gösterilmeyen zihinde daha çok korkutur” gizem ve gerilim havası aniden kayboluyor.
Buradan sonra anlıyoruz ki yönetmen filmini yavaş yavaş olgunlaştırmaya çalışmıyormuş, ilk yarıyı gayet sıkılarak çekip, ikinci yarıdaki -topal- aksiyona yol alıyormuş. Bu ani hızlanmayla klişeler tavan yapıyor tabi, o ana dek atılan alt hikaye tohumları kısır kalıp, önceden yapılmış duygusal konuşmalar sadece o anlarda karakterler diyalogsuz kalmasın diye edilmiş boş laflara dönüşüyor. Böylelikle karakter gelişimlerinin de kısır kalması başarıyla sağlanıyor. 80’li yılların video filmlerinden fırlamış gibi görünen, konuşmak yerine tıslayan garip insanların kim oldukları, nedenleri, niçinleri belirsiz kalırken tek anlaşılabilen zombi olmadıkları, sadece vahşileşmiş insanlar oldukları oluyor. Böylelikle ilk yarıda çizilen o farklı felaket sonrası senaryo da anlamını güzelce yitiriyor.
Bu arada hayal gücü yüksek (ve hala filmden beklentisi olan) bir kısım seyirciler (nedense ben gibi) vahşilerin liderinin kimliği üzerine tahminde bulunup, yok o kadar da bariz olmaz herhalde deyip, filmin ilk yarısında önemli bir unsur olan grip hastalığıyla bu insanlar arasında bir bağlantı kurup kendi kendine beyin jimnastiği yaparak, filme bir son bile (!) yazabilirler. Şaka bir yana filmin esas problemi sahip olduklarını verimli kullanamaması aslında, sıradan seyirci bile daha derinlemesine düşünebiliyorken, biraz çabayla neler yapılamazdı ki. Eli yüzü düzgün bir oyuncu kadrosu ve hiçte fena sayılmayacak mekan tasarımlarına biraz detaya inen bir senaryoyla destek verilebilse mükemmel olmasa bile iyi bir bilim-kurgu örneği yaratılabilirdi. Ama işte Laurence Fishburne’ü çok yormayalım, sadece fragmanlarda gözüksün, sanki başrol oyuncusuymuş gibi posterde de en öne koyarız, reklam yaparız kafasındaki insanların elinde sonuç bu kadar oluyor. Ucu açık sona bakınca devam filmi gelecek gibi gözükse de, yönetmenin bir şeyleri ortaya atıp atıp sonra unuttuğu gerçeğine bakarak gelmeyecek olması da gayet muhtemel diye düşünülebilir. Sonuç olarak, sinemada izlenirse 4, kış gecesi izlenirse 6.5 seviyesinde beklentilere karşılık verebilir.
Fragman:
yasal uyarı: yukarıda bahsi geçen filmle ilgili her türlü medya kullanımı ve sahiplik hakkı filmin yapımcı firmasına aittir. film kritiği leyla önkan'a aittir, izinsiz kullanılamaz.